Yeme bozuklukları yüzyılı aşkın bir süredir tanınmaktadır. Fakat son otuz yıldır daha fazla araştırılıp, daha fazla tartışılan bir hastalık halini almıştır. Yapılan araştırmalara bakıldığında özellikle batılı ülkelerde yeme bozukluğu sıklığında her geçen gün artış görülmektedir. Doğu ülkeleri ve ülkemize baktığımızda da yeme bozukluğu artarak ilerleyişini sürdürmektedir.
“Yeme Bozuklukları” başlığı altında en fazla Anoreksiya Nervoza (AN) ve Bulimia Nervoza (BN) ile karşılaşılmaktadır. Kerngberg, yeme bozukluğunu “vücuda yönlendirilen bir hücum olarak “ifade etmiştir. Yeme bozuklukları anormal yeme davranışlarını, vücudun ağırlığına yönelik bilişsel bozulmayı ve sağlığın olumsuz yönde değişikliğini ifade etmektedir. Hastalar bozulan beden imajının yanında, normal veya düşük kiloya sahiptirler. Fakat kendilerini olduğundan daha kilolu olarak algılamaktadırlar. Kilo almaya yönelik ciddi bir korkuları bulunmaktadır
Yeme bozukluğu olan hastalarda yeme bozukluğunun yanında psikolojik problemlere, metabolik sorunlara rastlanmaktadır. Bu hastaların izole yaşam sürmeyi tercih etmeleri de dikkat çekmektedir.
Sonuç olarak genellikle adolesan döneminde başlayan AN ve BN özellikle ergenlik döneminde dikkat edilmesi gereken bir bozukluktur. Gelişimsel sürece olumsuz etki etmesi nedeniyle erken tanı ve tedavi büyük bir öneme sahip olmaktadır. Hastalar hastalıklarını kabul etmedikleri için özellikle kronikleşme neticesinde çevre tarafından fark edilmesi söz konusudur. Dolayısıyla ölüm riskinin yüksek olduğu AN ve BN tanı tedavi ve takip için multidisipliner yaklaşım gerekmektedir.
Yemek kişinin yaşamını idame ettirmesi için gerekli olan ve haz veren bir davranıştır. Bebek dünyaya geldikten itibaren gelişen beslenme davranışı homeostatik sistemler, anne-baba tutumu, kültürel öğeler ve çocuğun duygusal, emosyonel ve motor kapasitesi ile etkileşim içerisindedir. Beslenme davranışı sağlıklı yaşam için dikkat edilmesi gereken bir konudur. Ancak bunun takıntı içeren bir durum haline gelmesi fiziksel veya psikolojik problemleri meydana getir (Gönenir Erbay & Seçkin, 2016)
Günümüzde özellikle kadınların yeme davranışı ile bedenleriyle olan ilişkileri karmaşık özellikler göstermektedir. Pek çok kadın hem sosyal çevrenin hem de sosyal medyanın etkisiyle “ince” bedene sahip olmak için çaba harcamaktadır. Gelişmiş ülkeler ve batı kültürünün etkisi beraberinde beden ölçüsü ve kilo ile uğraşmayı getirmektedir. Diyet kliniklerinin artışı, gazete, dergi ve televizyon programlarındaki diyet seçeneklerinin artması göze çarpmaktadır. Basit bir estetik kaygısı ile başlayan diyetler sonu gelmeyen çözüm arayışlarına başvuru yollarına kadar uzanabilmektedir. Bireysel gelişim sorunları bulunan bireyler kültürel baskıya karşı bedenlerini mücadele alanı olarak görebilmektedir. Mükemmel fiziğin ve çekiciliğin fazla değer kazandığı çağımızda kadınlar sadece bedenleri ile var olma çabasının bedelini hastalık ile ödemek zorunda kalmaktadırlar. Benzer etkilere maruz kalan her kadının yeme bozukluğu ile karşılaştığı söylenemez. Ancak yatkın bireylerde ortaya çıkması kaçınılmaz bir durum halini almaktadır.(Yücel, 2009)2
Yeme bozukluğu tanısından bağımsız olarak kadınların bedenleri ve kilolarına yönelik mücadelesini içeren araştırmalar mevcuttur. Yaş aralığın 13-90 arasında olduğu ve 4000 kişiden fazla katılımcının olduğu bir araştırmaya göre kilo artışının hem kadınlarda hem de erkeklerde kilo almanın beden imgesine yönelik olumsuz etkileri olduğu görülmüştür. Cinsiyet açısından kadınların erkeklerden daha fazla kaygılandıkları ve kilo alma ile ilgili daha fazla şikayetleri olduğu sonucu elde edilmiştir. Dikkat çeken nokta ise katılımcıların çoğunun normal kiloda olmasıdır (Yücel, 2009)
Yeme bozuklukları beden ağırlığına yönelik aşırı uğraşın olduğu ve yeme davranışındaki değişiklerin oluştuğu ölümle sonuçlanabilen ciddi psikiyatrik bir problemdir (Semiz, Kavakçı, Yağız, Yontar, & Kugu, 2012). AN, BN ve Tıkanırcasına Yeme Bozukluğu gibi bozuklukları içermektedir. Yeme bozukluklarında yer alan tanılar arasındaki sınır çok keskin değildir. Aynı kişide farklı yeme bozuklukları aynı dönemde veya farklı dönemde ortaya çıkabilmektedir. Örneğin bulimik hastaların geçmişinde AN olabilmektedir (Öztürk & Uluşahin, 2016). Son 50 yıldır ise ciddi artış gösteren ve araştırılan psikiyatrik alandır (Semiz, Kavakçı, Yağız, Yontar, & Kugu, 2012).
Yeme bozuklukları daha çok ergenlik döneminde ortaya çıkan, mortalite ve morbilite ile bağlantılı olduğu görülmüştür (Güney & Çepik Kuruoğlu, 2007). Pek fazla bedensel belirtinin ortaya çıkmasına neden olmakla birlikte iyileşme ve sağaltımı güçtür. Depreşme riskinin yüksek olduğu ve psikiyatrik rahatsızlıklar arasında ölüm oranını fazla olduğu ve nedenleri arasında genetik faktörün etkisinin büyük olduğu savunulmaktadır. Genetik faktörün yanında psikolojik etkenlerin, aile yapısının ve anne-baba tutumunun etkili olduğu tespit edilmiştir. Yeme bozukluğu olan bireyin ailesinde depresyon, anksiyete, alkol bağımlılığı veya herhangi bir yeme bozukluğuna rastlandığı sonuçları elde edilmiştir (Toker & Hocaoğlu, 2009).
Ülkemizde yeme bozukluklarının epidemiyolojisiyle ilgili yapılan bazı çalışmalar mevcuttur. Örneğin Edirne’de ergenler ile yapılmış olan çalışmaya göre yeme bozukluğu nokta yaygınlığı%2,3 iken ergen kızlarda bu oran %4 olarak tespit edilmiştir (Öztürk & Uluşahin, 2016).
Sivas ilinde Semiz ve arkadaşlarının yapmış olduğu çalışmaya göre 18-44 yaş arasındaki bireylerde yeme bozukluğunun nokta yaygınlığı %1,5 bulunmuştur (Öztürk & Uluşahin, 2016).
Yapılan çalışmalara göre yeme bozuklukları ile kişilik arasında ilişki olduğunu saptamıştır. Araştırmalara göre kişilik bozukluğu olan bireylerde yeme bozukluğu oranının kişilik bozukluğu olmayan bireylere göre anlamlı çıktığı tespit edilmiştir. Dikkat çeken nokta ise sınır kişilik ve kaçıngan kişilik bozukluğu yeme bozukluğu ile daha fazla eş tanı olduğu görülmektedir. Obsesif kişilik bozukluğunun da eş tanı olduğu bulguları mevcuttur (Semiz, Kavakçı, Yağız, Yontar, & Kugu, 2012).
Yeme bozukluğuna sahip hastaların çok azı tedavi için başvuruda bulunmaktadır. Dolayısıyla yeme bozukluğu ile ilgili epidemiyolojik araştırmalar hem hastalığın yaygınlığı hem de klinik dışında kalan bireylerin özellikleri hakkında bilgi edinmeyi sağlaması açısından büyük bir öneme sahip olduğu düşünülmektedir (Semiz, Kavakçı, Yağız, Yontar, & Kugu, 2012).
Atlas Üniversitesi, Uzman Klinik Psikolog
Şenay DAYAN